Dr. Şevket Dalboy Siyasey ve Sosyal Bilimci / Gazeteci
Şimdi gelin, şu AfD’nin ABD ziyaretine bir yakından bakalım.
Hani sürekli “önce Almanya” diye bağıran, ulusal egemenlikten dem vuran, Avrupa’daki her taşın altında “dış güç komplosu” arayan parti var ya…
İşte o parti, kalktı Amerika’ya, hem de Trump çevresinin kapısına gidip “bize kampanya öğretin” diye sıraya girdi.
Şaşırdık mı?
Aslında hiç şaşırmadık.
Çünkü bugün sağ popülizmin en iyi bildiği şey, kendi milliyetçiliğini bile yabancı ajanslardan öğrenmek.
AfD de bundan farklı değil.
Dillerinden düşürmedikleri “bağımsız Almanya” söylemi, Washington’un kapısında bir anda buhar oluyor.
Yerini ABD sağının kültür savaşlarına özenen içi boş bir taklitçiliğe bırakıyor.
Aynı sağ, dünyanın neresine bakarsan bak aynı sağ
Bugün dünyanın neresine dönüp baksanız, sağ partilerin ortak bir şablonu ezberlediğini görürsünüz:
Göçmenler suçludur.
Bilim güvenilmezdir.
Üniversiteler “sapkındır”.
Medya halk düşmanıdır.
ABD’den Avrupa’ya, Brezilya’dan Hindistan’a kadar aynı dil, aynı panik, aynı nefret.
Sanki tek bir merkezden yazılmış bir metnin farklı dillere çevrilmiş hali gibi.
AfD’nin Amerikan sağından “ders alma” hevesi de tam olarak bu:
Yerelde bağıra çağıra milliyetçilik satanlar, pratikte kimliklerini başka kıtanın kültür savaşlarından ödünç alıyor.
Bilgiye düşmanlık, örgütlülüğe alerji: Sağ popülizmin evrensel formülü
Sağ popülizmin başka bir ortak noktası daha var:
Toplum örgütlendikçe rahatsız oluyorlar.
İnsanlar hakkını aradıkça tehdit hissediyorlar.
Sendika görünce öfkeleniyor, akademi görünce küçümsüyor, sivil toplum deyince yüzleri ekşiyor.
Çünkü sağ popülizm bilgiyle değil öfkeyle, dayanışmayla değil yalnızlaştırmayla çalışır.
AfD’nin ABD’den öğrenmek istediği “propaganda tekniklerinin” özü de tam olarak bu:
Toplumu bilgiden uzaklaştırmanın hızlandırılmış versiyonu.
“Amerikan sağından ne öğrenilir?” sorusunun cevabını tarih çoktan verdi
İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor:
Bir sağ parti, Amerikan sağından gerçekten ne öğrenir?
Tarih burada hiç susmuyor:
Darbeleri,
Gizli operasyonları,
Askeri işgalleri,
Ekonomik sömürüyü,
Otoriter rejimlere verilen desteği…
Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya onlarca ülke bu politikaların acısını hâlâ taşıyor.
Demokrasi değil, genelde müdahale, baskı ve istikrarsızlık ihraç ettiler.
Bu tabloya bakınca AfD’nin ABD kapılarında “strateji” dilenmesi çok açık bir anlama geliyor:
Otoriterliğin ustalarından taktik alma hevesi.
Son 30 yılın gazetecilik tanıklığı: Sağ-muhafazakâr ağlar ve suç ekonomisi arasındaki karanlık kesişim
Son 30 yıla yayılan gazetecilik deneyimimde —Türkiye’den Latin Amerika’ya, Avrupa’dan Orta Doğu’ya kadar— tekrar eden bir örüntüyle karşılaştım.
Yasadışı ekonomiyle, özellikle de uyuşturucu ticareti, kara para aklama ve organize suç yapılarıyla kurulan ilişkiler; en çok muhafazakâr ve milliyetçi çevrelerde görünür hale geliyor.
Bu, “tüm sağcılar suçludur” demek değil.
Ama şu çıplak gerçeği saklamak mümkün değil:
Devlet içindeki güç, güvenlik bürokrasisiyle ilişkiler, dokunulmazlık hissi ve “ahlaki üstünlük” iddiası birleştiğinde, suç ekonomisi için en elverişli zemini çoğu zaman sağ-muhafazakâr yapılar oluşturuyor.
Bugün Türkiye’de yaşanan son operasyonu düşünün:
Tutuklananların ağırlığı nerede?
Dosyadan saçılan kir nerede?
Uyuşturucudan grup ahlaksızlığından skandallarına, karanlık ilişkilerden şantaja kadar uzanan tablo bir şeyi çok net söylüyor:
Söylem “ahlak”, pratik “ahlaksızlık”.
Latin Amerika’daki devlet–paramiliter–kartel üçgeni…
Avrupa aşırı sağının karanlık finans kanalları…
Türkiye’deki son skandallar…
Hepsi aynı yapısal fotoğrafın farklı ülkelerdeki yansımaları.
“Aile”, “din”, “ahlak”, “millet” diye bağıranların pratikte bulaştığı kirli ağlar, toplumun en büyük yabancılaşma kaynağı haline geliyor.
AfD’nin milliyetçiliği Washington koridorlarında buharlaşıyor
Sonuç çok net:
AfD’nin Amerika ziyareti, partinin kendi söylemindeki koca çelişkiyi tüm çıplaklığıyla ortaya koydu.
“Dış güçlere karşıyız” deyip gidip dış güçlerle strateji planlıyorlar.
“Almanya’nın bağımsızlığı” deyip kampanyalarını Washington’a emanet ediyorlar.
“Ahlak, düzen, kutsal değerler” deyip dünyanın en kirli sağ yapılarına özeniyorlar.
AfD’nin ABD temasları artık sıradan bir siyasi gezi değil;
küresel sağın otoriter ve kirli ağlarına eklemlenme hamlesi olarak görülüyor.
Bu gidişin demokrasiyi nereye götürdüğünü anlamak için kahin olmaya gerek yok.
Dünyanın birçok ülkesinde sonuçlarını gördük:
Yozlaşma, baskı, manipülasyon ve toplumun ruhunun boşaltılması.
Ve şimdi bu dalganın yeni durağı Almanya’nın kapısında.
Tarihte unutmamamız gereken çok önemli bir gerçek var: Hitler, önce demokrasinin sunduğu imkânları kullanarak, seçimlerden ve parlamentodan güç alarak iktidara geldi. İnsanların yaşadığı ekonomik krizleri, güvensizlikleri ve korkuları kendi çıkarı için kullandı. Ama bu demokratik süreçleri, demokrasiyi yok etmek için adım adım bir araca dönüştürdü. Kısa süre içinde baskıcı, ırkçı ve saldırgan bir rejim kurarak hem Almanya’yı hem de dünyayı karanlığa sürükledi. İşgaller, savaş politikaları, gaz odaları, işkenceler ve soykırım… İnsanlığın hafızasına kazınmış büyük bir felaketin başlangıcı oldu.
Tarih boyunca benzer örnekleri başka ülkelerde de gördük.
Mussolini İtalya’da faşizmi kurumsallaştırdı;
Pinochet Şili’de demokrasiyi ortadan kaldırıp insanlara işkence edilen bir askerî diktatörlük kurdu;
Güney Afrika’da apartheid rejimi siyah çoğunluğu sistematik bir ırk ayrımına mahkûm etti;
Franco’nun İspanya’sı baskı, yasaklar ve zorbalıkla yönetildi.
Hepsinin ortak noktası şuydu: Halkın güvenini istismar edip iktidara gelmek ve sonra gücü bırakmamak için baskıcı, ayrımcı ve şiddet dolu yöntemlere başvurmak.
İşte tam da bu yüzden, bugün aşırı sağcı, nefret söylemiyle beslenen ve demokratik düzeni tehdit eden hareketlere karşı dikkatli olmak bir siyasi tercih değil, bir vatandaşlık görevidir. Demokrasi kendini otomatik olarak koruyamaz; onu korumak insanların bilinçli duruşuyla mümkündür.
Günümüzde benzer tehlikeler taşıyan oluşumlara karşı, özellikle de demokratik değerleri aşındırmaya çalışan partilere karşı, Anayasayı ve temel hakları koruma sorumluluğuna sadık kalmak zorundayız. Bu, herhangi bir ideolojinin değil, insanlığın ortak değerlerinin gereğidir.
Demokrasiye sahip çıkmak, geçmişte yaşanan acıların bir daha tekrarlanmaması için gösterebileceğimiz en büyük kararlılıktır.


































