Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellal, pireler berber iken, ben anamın beşiğinde tıngır mıngır sallanır iken, uzaklarda bir yerlerde değil tam da hayatımızın ortasında bir kaç yiğit yaşarmış.

Şevket Dalboy

Gel zaman git zaman, bu yiğitlerin üzerinde baskı ve zulüm bir ejderha gibi baş göstermiş. Bu yiğitlerden biri halk sanatçısı Helin, nerede açlık var, zulüm var, baskı var o oradaymış. Grev çadırlarında, maden ocaklarında, sürgün edilen memurların yanı başında, bilimsel parasız eğitim isteyen öğrencinin yanında sözün özü haklı bir mücadele nerede varsa oraya gidermiş. Onların omuz başında olurlarmış, görürmüş, yola çıkanların yoluna yoldaş olup gelirmiş. Bununla da yetinmeyip, gördüklerini, duyduklarını, araştırdıklarını Notoya döker türküler yaparmış, marşlar, şarkılar yazar söylermiş :.. Vatan diye öpüp kokladığı topraklarda yetişen şairlerin şiirlerini bestelemiş.

“… Yıkıntılar altındasın
kanla karılır yasın
namerde kul olmayasın
zulmü senin içindir

sen demire sen kömüre boşa geçen ömüre
ellerinle can verensin emek senin içindir
bu en güzel imecedir kavga senin içindir

o en güzel kahramanca yenilmez inançla
o kahırla ördüğümüz hayat senin içindir…“
diye halkına seslenir, halkına adar ömrünü.

Açlık, yoksulluk, sefalet yoksul mahallelerinde son bulsun diye kavganın içinde yer alırken, baskılarda artarmış. Ardı ardına sanat yaptığı kültür merkezi basılır, kendi ve arkadaşları haksız ve hukuksuz yere göz altına alınır. Enstrümanlar tamamı parçalanır, notalar can çekişir adeta, feryat eder, boş nota sayfalarına dahi el konulur:

“…Künyemize kazıdık
Onları destan destan
Unutmak haramdır bize
Son sözümüz özgür vatan…“

Helin’e miras kalmıştı, “Yaşamış sayılmaz saten yurdu için ölmesini bilmeyen“ şiarı. Bir değil, iki değil, üç değil, on değil. Değil işte! Baskı katmerleşerek artıyor, hapishaneler ikinci ikametgahları oluyordu adeta. Bu esnada kulakları patlayan, parmakları kırılan, üstü başı elektrik kokan bu yiğitler kir pas içinde “Terör“ listelerine alınarak başlarına ödüller konuluyor, daha yayınlanmamış albümleri imha ediliyordu! Son baskında o da tutuklandı ve adalet denen kör sağır dilsiz sarmalına girmişti! Öyle ki tutsak alınan bu mahpus damında özgürleşecek ve tarihe bir not daha düşecekti. Şimdi bunların hepsini bir kenara bırakıyor ve meseleye başka, bam başka bir boyuttan bakıyordu Helin kız.

Helin başka çarenin kalmadığını düşünüyordu. Kendini, değerlerini ve bu değerlerle harmanlanan türkülerini, yoldaşlarını ve halkını bu azgın zulümden kurtaracak bir yol düşünüyordu. Bu yol engebeli, sarp ve dolambaçlıydı,. Bu yolda hücre hücre eriyecek, açlıkla kendini sınayacak, direnecek ve kazanacaktı. Buna olan inancı kesindi. Konser yasakları son bulsun diye, sanatçı arkadaşları serbest bırakılsın diye, haklarındaki haksız kararlar kaldırılsın diye, kültür merkezleri bir daha basılmasın diye Helin çıkmıştı yola. Öyle kolay değil demiştik bu yol. Açlık nedir bilirsiniz değil mi? 288 gün aç kaldı Helin kız! Bedeni o kadar ufaldı ki annesi başucunda feryatlar etti de sesini zalim duymamıştı! Ana yüreği, evladı gözlerinin önünde açlıktan adeta eriyordu. “… ne kadar da ufalmış bedenin gözyaşıma sığdın sen
açlık mı yemiş ömrünü yavrum, al sütümü iç kızım…“

yiğitleri bitmeyen türküsünü artık Helin kız miras bırakmış,
o güzel evlatlarını kaybetmiş anaların türküsünü başkaları özgürce söylesin diye kızıl atına binip gitmiştir sonsuzluğa…
O erkek ve kadın yiğitler
daha serpecek çok tohumu vardır diyerek serpiyorlar tohumlarını Anadolu’nun bağrına! Helin giderken gözleri açıktı. Mezarının başına astılar gelinliğini. Hayallerini, umutlarını, özlemlerin yoldaşlarına emanet edip kızıl atına binip gitmişti. Annesi, “Zalim zulmünde boğulasın“ diye haykırmıştı Helin’in.

Gel deyin kızıl atlarıyla güneşe gidenler
Gel deyin ben de geleyim
Yol verin ateşin çocukları
Atlarınıza alın beni de

Çeliğine volkan vurmuş
Kılıçtır nefretim
Saplanacak ölümün can evine
Muzaffer kurşun gibi
Dur durak bilmez

Yaslayıp asi rüzgârına alnımı dağların
Düşeyim ben de yollara
Bir daha dönüşüm olmasa da ne çıkar
Atlarınıza alın beni de

Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye verdiği nasihatlerden birisinde şu cümleler vardı, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın“ insanı öldürüyorlar diye avazım çıktığı kadar bağırmak istiyordum artık. Yaşamak şakaya gelmez elbet, Mustafa’da yaşam mücadelesi veren onurlu bir gençti. El arabasında sandviç satarak hayatını kazanıyor ve ailesinin geçimine katkı sunuyordu. Günlerden bir gün kara bir gölge düşmüştü üzerinde Mustafa’nın. Bu gölgenin adı namertlikti, halkımız namertleri sevmez. Bu da bilindiği için namertlik “gizli tanık” olarak çökmüştü Mustafa’nın üzerine. İpe sapa gelmez ezberletilmiş iftiraların altında imzası vardı. İsmine gerek yoktu hainin! Hain ve soysuzların adını da hatırlayan yoktu zaten. Bu itirafçının çelişkili ifadelerinden yola çıkılarak savunma yapmasına bile izin verilmeden ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılıp, sessiz sedasız ölmesi isteniyordu. Mustafa bu haksızlığı kabul etmedi. Sesini duyurmak için her yolu denedi. Avukatları, ailesi, yoldaşları, halkı adeta seferber oldular bu haksızlığa son verilmesi için. Olmadı… Duyuramadılar seslerini, duymak istemediler! Mustafa’da tek silahı olan bedenini açlığa yatırmıştı çoktan. Hücre hücre erirken bedeni duyan yoktu. Tıpkı işkence tezgahlarının harıl harıl işlerken kimsenin duymadığı, görmediği gibi: Çığlığını duyan yoktu. Dilim bile varmıyor Mustafa’ya yapılanları söylemeye. İşkenceden gelmişti Mustafa… Üstü başı kan içinde, elektrik kokarak… Mustafa adaletli yargılanmak için eriyordu adeta! Annesinin feryatları yükseliyordu İstanbul sokaklarından! “OĞLUM ÖLÜYOR , OĞLUMUZ ÖLÜYOR YARDIM EDİN“ Sesini duyan yoktu ananın.

Zalim binmişti bir kere zor atına. Kırbacını sallayıp duruyordu. Zulüm karargah kurmuştu Mustafa’nın üzerinde. Bu sesi duyanlar ses verdi, güç verdi, kol kanat gerdi Mustafa’nın üzerine ama yetmedi. Adaletli yargılanmak için yeni çağ denen bu cehennemin orta yerinde son mesajında Mustafa ailesine „Çok kötüyüm nefes alamıyorum. Ayaklarım kan topladı. Tüm vücudum şişti. Çok zamanım yok!“ demişti. “Abi ne olur biraz daha dayan“ diyen kız kardeşinin seside boşlukta yankılanmıştı. Annesinin çaresiz çığlığını duyan yoktu. “sen ölme ben öleyim, sesine nefesine kurban olurum dayan.“

Yoldaşları haykırdı: Diren yoldaş diren, İnanki biz haklıyız, yenilmeyiz çünkü biz halkın bağrında sakliyiz!

Ramazan ayının ilk sahurunda bir genç hayatını kaybetmişti. Üstelik sadece bir gizli tanık ifadesiyle ceza almış, ben suçsuzum diye haykırdığı halde sesini duyan olmamıştı. Adalet için başlayan açlık grevi Ölüm Orucuna dönüşmüş ve ilk sahur vakti 28 yaşında masumum demişti.
Adalet demişti,
duyun sesimi demişti,
nefes alamıyorum anlayın demişti…
Mustafa 29 kiloya düştü ve ardından da ölümsüzleşti!

Elbette bitmedi bu kavga sürecek, yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek! Helin bayrağı İdil’den devralmıştı. Bıraktığı bayrak İbrahim’in ellerinde dalgalanıyordu şimdi.

“… Künyemize kazıdık
onları destan destan
unutmak haramdır bize
son sözümüz özgür vatan…“

İbrahim sön sözünü söylememişti daha, “çaresiz değiliz, yalnız değiliz. güçsüz değiliz“ diyenlerin yolundan gidiyordu. Kuşatmayı yaracağına olan inancı sonsuzdu. Zor atına binmiş zalimin kırbacını alacaktı elinden. El konulan 80 sayfa boş nota yapraklarına daha nice destanlar yazma umudu vardı. Bu umudu yanı başında paylaşan ailesi vardı. Umudun kökleri çok derinlerdeydi. Sesler çok uzaktan geliyordu.

“Mert dayanır namert kaçar 
Meydan gümbür gümbürlenir. 
Şahlar şahı divan açar. 
Divan gümbür gümbürlenir.“

Yiğit, mert, kahramanlar çoktur, namertte inat filizlenir bu topraklarda. Kimi zaman halk kahramanı, kimi zaman halkın sanatçısı olur, kimi zaman ozanların dilinde destanlaşıp akıyor damarlarımızda mertlik, “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.“

Şimdi söz İbrahim’deydi artık, „Ben de yaşamak istiyorum elbette. Peki dostlar, direniş bu aşamaya gelmişken, hiçbir somut kazanım elde etmemişken, direnişi ben nasıl bırakırım?“ diye haykırıyordu açlığının 321. gününde. Şimdi bu hikayenin mutlu, umutlu bitmesi için ses verme, haykırma zamanı. Konser yasakları kalksın, bir konser sözü verilsin, Grup Yorum üyelerinin üzerindeki baskılar son bulsun. Sanat yaptığımız kültür merkezi keyfi baskılara maruz kalmasın. Yaşamak hak, yaşatmak görevdir. İbrahim’i yaşatalım.