Dr. Şevket Dalboy
Siyaset ve Sosyal Bilimci / Araştırmacı / Gazeteci
Filistin’in devlet olarak tanınması meselesi, kâğıt üzerinde soğuk hukuk maddeleriyle tartışılıyor olabilir. Montevideo Sözleşmesi’nin dört şartı, açıklayıcı teori, kurucu teori… Ama Gazze’de yıkılan evlerin, Batı Şeria’da beton duvarların, mülteci kamplarındaki çocukların gözyaşının teorisi olmaz.
BM’nin 193 üyesinden yaklaşık 150’si Filistin’i tanıyor. Yani dünyanın büyük çoğunluğu, “Evet, bu halk kendi devletine sahip olmalı” diyor. Ama ne oluyor? ABD ve bir avuç ülke, siyasi hesapları uğruna tek bir veto ile kapıları kapatıyor.
Bu veto, sadece BM salonlarının kapısını değil, Filistin halkının geleceğini kilitliyor. Duvarların gölgesinde uzayan ekmek kuyruklarını, molozların arasında oynayan çocukları da mühürlüyor.
Almanya’nın pozisyonu ise “önce müzakere, sonra tanıma” çizgisinde. Bu kulağa diplomatik geliyor ama pratikte “önce işgal bitsin, sonra konuşuruz” demekle eşdeğer.
Yangın çıkan bir eve “önce alevleri kendi başına söndür, sonra yardım ederiz” demekten farksız.
Türkiye’nin tavrı, Batı’dan farklı. 1988’den beri Filistin’i tanıyor, Hamas’ı ise Batı’nın “terör örgütü” tanımına sıkıştırmıyor. Ancak burada da sert bir gerçek var:
Tanımak yetmiyor.
Filistin’i tanıyıp sonra pratikte İsrail ile ticari ve askeri ilişkilerini sürdüren ülkeler de kendi vicdan muhasebesinden kaçamaz.
Filistin meselesi, uluslararası hukukun soğuk sayfalarında değil, güç politikasının kirli satırlarında yazılıyor. Tanıma kararı, kağıt üzerinde bir imza değil; Gazze’de ölen bir çocuğun adalet talebine verilen cevaptır.
Ve işin en acı tarafı şu: Bugün Filistin’i tanımayanlar, yarın tarih kitaplarında bu dönemin “seyircileri” olarak anılacak. İsrail-Filistin çatışmasını “karmaşık” diye tarif edenler, aslında karmaşık olanın kendi çıkar hesapları olduğunu gizlemeye çalışıyor.
Filistin’in devlet olarak tanınması, diplomatik bir jest değil, insanlığın ahlaki borcudur.
Bu borç ödenmedikçe, sadece Filistin değil…
Hepimiz kaybederiz.




































