Uzun bir hukuk maratonunun ardından Irkçı NSU davasında sona gelindi. Tüm izlem ve araştırmalarıma dayanarak şunu çok açık bir şekilde söyleyebilirimki NSU cinayetlerinin önlenmesi ve Irkçı hücresinin tüm boyutlarıyla aydınlatılması için Alman devleti görevini yerine getirmedi. Elbetteki bunun sosyolojik, psikolojik, politik boyutları çok derinlerde gizlidir.

Değerli okurlarımız, Almanya’da 90’lı yılların sonunda tırmanışa geçen Neonazi şiddet eylemlerini tetikleyen birçok etken vardı.

O yıllarda Doğu Alman kentlerinde ciddi bir Neonazi şiddet dalgası yaşanıyordu. Ama asıl şiddeti tetikleyenler, Batı Almanya’dan doğuya geçen Nazilerdi. Duvarın yıkılmasıyla birleşen Almanya’da, Doğu’daki gençler, birleşen Almanya’nın çocukları, şaşkınlık içerisindeydi. Kendilerini güvende hissetmiyorlardı. Büyük bir değişim, her şeyin birden yok oluşu, bunun yerine yeni bir şey sunulamaması, refahtan bekledikleri payı alamamaları onlara büyük hayal kırıklığı yaşattı.Tepkiler alabildiğine şiddete dönüştü. Uzmanların yönlendirmesiyle tepkiler ırkçı düşüncelerle şekillendirildi ve Jena kentinde aşırı sağcı gruplar oluştu. Nasyonal Sosyalist Yeraltı Irkcı örgütü NSU da işte bu gruplar arasından çıkartıldı. Göçmenlere gözdağı verirken, sistem kendi ihtiyacı olan yasaları buna göre şekillendirdi. Her devlette olduğu gibi Alman devletininde tehdit unsuru ‘Irkcı Neo Nazi’ ideolojisiydi.

Bu nedenle halk arasında korku ve paniğin, ihtiyaç duyulduğunda devreye sokulması parmak şıklatması kadar kolaylaşacaktı. Gerçek bir hukuk devletinde gerektiği gibi soruşturma yapılmadı, şüphesiz ki cinayetler önlenebilirdi. NSU’nun aydınlatılması yönündeki çalışmalara gözattım. Irkçı yapı hücresinin saldırılarının önlenmemesinde devletin rolünü mercek altına alan kitap ve çok sayıda yayınları inceledim. Parlamentonun NSU araştırma komisyonu raporlarını okudum. Mümkün olduğu kadar Münih‘te devam eden davaya doğrudan giderek gözlem yaptım.

Bu durum tam olarak şu şekilde açıklanabilir: İşlenen seri cinayetlere göz yumuldu, tutuklamaktan kaçınarak da bu cinayetlerde müşterek sorumlu olundu. Devlet görevini yerine getirmemiş. ‘Katiller Türkiye’den‘ diyip, buna inanıp bu varsayıma göre hareket edildi. Polis görevinin gereği olan açık bir soruşturma yürütmedi. İç istihbarat elindeki bilgi ve belgeleri paylaşmaktan özenle kaçındı.

Yeni gün yüzüne çıkan belgeler, iç istihbarat teşkilatının, henüz cinayetler başlamadan, 2000 yılının başında, NSU üyeleri ve hedefleri konusunda bilgi sahibi olduğunu gösteriyor.

Gerektiği gibi soruşturma yapılsaydı, şüphesiz ki cinayetler önlenebilirlerdi. ‚‘‘Soruşturmada hatalar olmuş olabilir‘‘ deniyor. Ama bu ihmaller ve hataların çok sık ve çok sistematik olduğunu görüyoruz. Salt kurbanların etrafında, uyuşturucu suçlarına odaklanılmış, ama ‘acaba ırkcılık söz konusu olabilir mi?‘ diye hiç sorgulanmamış. Üstelik bence, ne yazık ki Neo Nazi gerçeğine hiç bakmamak, dikkatleri Türk ve Kürt azınlığa odaklanmak, sistematik bir nitelik taşımış. Bilimsel olarak gerekli, kriminolojiye uygun, ‘burada pekala başka bir durum var‘ sonucuna varılmasını sağlayacak bir soruşturma yürütülmemiş. Ayrıca şu bir gerçek: 2000 yılının Nisan ayında Saksonya İçişleri Bakanlığı’na, dönemin bakanı Klaus Hardraht’a ve iç istihbarat teşkilatına, üç şüphelinin, ki üç kişi isimleriyle açık bir şekilde yer alıyor, diğer dört kişiyle birlikte seri cinayetlere, saldırılara girişmek üzere oldukları bildirilmiş. Bildirilmiş bildirilmesine fakat atılan tek bir adım yok.

Kassel kentinde Halit Yozgat öldürüldüğü sırada aynı mekanda Hessen Eyaleti İçişleri Bakanlığı bünyesindeki Anayasa Koruma Teşkilatı’nın bir çalışanın da bulunduğu ortaya çıkmıştı. Orada olduğu tespit edildikten sonra verdiği ifadede yalan söyledi. Hiç bir bilgisi olmadığını, terör örgütünün varlığından haberdar olmadığını iddia etti. Elbette bu ifadeler inandırıcı değildi. Bu aydınlatma çabalarını akıl almaz bir biçimde zayıflatıyor. Ayrıca bir polisin ifadesi var. Yöneticilerinin ‘Böhnhardt’ın daha neler yaptığı ve nerede bulunduğunun araştırılmaması talimatını verdiğini‘ söylüyor. Bunlar aydınlatma çabalarını baltalama girişimleridir. Tanıklar birer birer şüpheli bir şekilde intihar etti. Anayasa Koruma Teşkilatı’nın NSU’yu aydınlatacak bilgileri „bilinçli bir şekilde sakladığını” düşünüyorum. Adeta „sessizlik yemini etmiş olmakla” eleştiriyor, „Devlet içinde devlet” olmakla suçluyor.
İç istihbarat örgütlerinin hesap verme yükümlülüğü altında olmadıkları gibi bir algıları var. Bu sadece Alman istihbarat örgütü için değil İngiltere, Fransa, İtalya, Türkiye ve İsrail istihbarat örgütleri için de geçerli. Ama Alman İç İstihbarat Teşkilatı aynı zamanda demokrasiye hizmet ettiğini savunuyor. Benim ise buna itirazım var. Neyin gizli kalacağına, neyi polise ve savcılığa ileteceklerine, neyi iletmeyeceklerine, ne zaman iletip ne zaman iletmeyeceklerine kendileri karar veriyor. Bu kabul edilebilir değil. Bu serbestliğe sahip olmaları nedeniyle onları devlet içinde devlet olarak, hukuk devleti yükümlülüklerine uymayan, olağanüstü hal kurumu olarak nitelendiriyorum.

Bu Anayasa Koruma Teşkilatı’nın, Federal Başsavcılığın elindeki araçlar ve bilgilerle, mahkemelerle, soruşturmayı yürüten polislerle sağlanmalı. Ancak gördüğümüz bu görev yerine getirilmedi, üstelik de sistematik bir şekilde.

Başbakan Merkel, ‚NSU cinayetlerini aydınlatma, suç ortakları ile azmettiricileri ortaya çıkarma ve tüm suçluların hak ettikleri cezaya çarptırılmasını sağlama‘ sözü vermişti. Merkel bunu gerçekten istedi mi? Gücü mü yetmedi?

Yaşananlar, kurban yakınlarının yaşadıkları onu sarsmış olabilir. Ama şu aşikar: Merkel’ın gerçekleri aydınlatma konusunda ya gücü yetmedi ya da kurumsal gücü yoktu. Bu yürütmenin bir zafiyeti. Bir güç mücadelesi yaşandı. Bu mücadele bir ölçüde yürütme içinde yaşandı ama büyük ölçüde de yürütme ile yasama arasında. Bir düşünün, 1949’dan bu yana bir ilke tanık olduk. NSU’yu aydınlatmak için parlamentolarda 13 araştırma komisyonu kuruldu. Şimdi 14.’nün kurulması tartışılıyor. Bu şu anlama geliyor; halk, halkı temsil eden federal ve eyalet parlamentoları gerçeği öğrenmek istiyor. Yürütme ise ‘size ancak bilmenizin uygun olduğunu düşündüğümüz olanını vereceğiz‘ diyor. Yani gerçeği olduğu gibi söylememek, bilinçli bir şekilde belge imha etmek, önce inkar etmek, sonra ‘aslında öyle olmuştu‘ demek… Tüm bu yalanlar, gerçekleri aydınlatma çabalarının bloke edilmesi sadece hukuk devletinin zayıflatılmasına yol açmıyor, aynı zamanda hepimizin ama özellikle de etnik ve dini azınlıkların, Türkiyeli Almanların, Müslümanların ve Yahudilerin güvenliğini tehdit etmektedir.

Aslında Münih’teki yargılama süreci hukuk devletinin bir ölçüde topalda olsa işler olduğunu gösteriyor. Öte yandan yürütme erki haddini aştığını biliyor ve kamuoyu ve parlamentolar işte bunun üzerine gidiyor. Burjuva hukukunun daha öteye geçemeyeceğini biliyorum. Ayrıca Münih’teki NSU kararı sonrasında da gerçekler için yürütülen mücadele devam etmelidir. Bu mücadeleye akademisyenlerin yanı sıra halk doğrudan destek vermelidir. Çünkü :

Almanya’da yer altına inen, bulunamayan yüzlerce Irkcı var. NSU’ya destek veren geniş bir ağ da ortaya çıkartılamadı, şu anda serbestçe dolaşıyor olabilirler… NSU terörüne benzer cinayetler tekrar yaşanabilir mi?

Bire bir aynı şekilde yaşanmaz ama aşırı sağcı terör tehdidi mevcut. Bunu mülteci yurtlarına yönelik saldırı dalgasında gördük. Müslümanlar, Türkler ve Yahudiler ırkçı sözlü saldırılara hedef oluyor, nefretin açıkça sergilendiği bir süreç söz konusu. Bu bir yandan bireylerin kendilerini güvende hissetme duygusunu tehdit ediyor, diğer yandan „bazılarının daha az korumayı hak ettiği” gibi bir algının oluşması, beklemedeki aşırı sağcıları ya da Neonazileri harekete geçirmeye, saldırmaya cesaretlendiriyor. Kin ve ırkçı nefretin güvenliği nasıl tehdit ettiğini, nasıl aşırı sağcılara ‘e hadi tamam şimdi saldırmamız için uygun ortam oluştu‘ demesini sağlayabildiğini görüyoruz.

Almanya’da Irkcılık tırmanışta. Almanya’nın bir Nasyonal Sosyalist meydan okumayla karşı karşıya olduğunu, bir güç mücadelesi yürütüldüğünü söyleyebilirim. Bu mücadelenin kaybedilmeyeceğini düşünüyorum ama evet böyle bir güç mücadelesi var. Aşırı sağdan bir saldırı söz konusu… Radikal sağcı ve aleni bir şekilde ırkçı beyanlarda bulunan Gauland’ın liderliğindeki Almanya için Alternatif (AfD) partisi… Alexander Gauland, Türkiyeli Almanlara ırkçı bir şekilde hakaret etti, Nasyonal Sosyalizm ile yüzleşme, aydınlatma çabalarını yok sayıyor…

NSU davasında kararın açıklandı. Sonuç tam bir hüsran. Karanlıkta kalan bir utanç var karşımızda. Bizde Welt Heimat Gazetesi adına oradaydık. Dava sonucundan memnun olan tekbir insan yoktu. Bu sonucun Irkçı yapıları etkilemeyeceği ortada. NSU’nun karanlıkta bırakılan yüzü aydınlatılmadığı müddetce verilen cezaların hiçbir yaptırım gücü olmayacaktır. Irkcılık ciddi bir hastalıktır. Tam tedavi edilmediğinde hızla yayılar ve toplumun değer yargılarını bir bir öldürmeye başlar. Bunun nerede duracağını hiç kimse kestiremez. Tıpkı Almanya’da Adolf Hitler’in yaptığı gibi, İtalya’da Enito Amilcare A. Mussolini‘nin, İspanya’da Francisco Franco‘nun, Şili’de Augusto Jose R. Pinochet’in, Arjantin’de J. Rafael Videla Redondo’nin yaptıkları gibi, Filipinler‘de Ferdinand E. E. Marcos‘nin, Nikaragua’de Anastasio Somoza Debayle gibi’nın, İran‘da Muhammed Rıza Şah Pehlevi’nın yaptıkları gibi diktatör ve faşist bakış açısı dünyada milyonlarca insanın ölmesine neden oldu. Dünya’nın en ağır işkencelerini yaptı, kayıplar, katliamlar insanlığın hafızasından asla silinmeyece yaralar açtı. Buna rağmen Irkçı faşist düşüncelerin yaşermesine sistemler olanak tanıyor. Çıkarlarını güvenceye alabilmek için bu düşüncelerden açık yada gizli faydalanıyor. Kendi halkına saldırtıyor, adına milliyetcilik diyerek kavram kargaşası yaratıyor. Bu asla kabul etmeyecek onurlu insanların sayısı hiçte az değil. Bu konuda umudum var. Sorun NSU sorunu değil, sorun insanlık sorunudur.